Cuma, Nisan 11, 2008

küçük şeylerin tanrısı


ben ne buyuk bir dalginlikla bakmış olmaliyim ki
hayata gormedim orda cinko damlar
ve plastik surahilerin tanrisini
yerimi yadirgadim yerim olmadi
zaten kendi mezarimdan baska


Yoksulluğun, hastalığın kol gezdiği,
derme çatma sinemaların
kirli perdelerine yansıyan görüntülerdeki gibi
erkeklerin kadınlara tecavüz ettiği,
insanların yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının inandıkları tanrıya,
konuştukları dile, tenlerinin rengine göre belirlendiği bir yerde hayata karıştı Arundhati.

Hindistan’ın güney eyaletlerinden Kerala’da açtı iri kara gözlerini dünyaya 1961 Kasım’ında. Beklendiği üzere siyahtı teni ve çelimsizdi küçük bedeni.
Yetişkin bir kadın olana kadar hiç tanımadı babasını.
Yazılı olmayan yasaları çiğneyerek Bengalli bir Hindu’yla evlenen,
sonra da aralarındaki aşkın bittiğini fark edip boşanan Süryani annesi Mary ile
sıradışı ve eğlenceli ama bir o kadar da sancılı bir hayat yaşadı tam on altı yıl.

Belki babası yoktu
ve bir babası olmadığı için “adressiz”di adı ama şanslıydı.
Kerala’da baba sahibi olmak demek,
annenin sürekli dayak yemesine
ve aşağılanmasına şahit olmak demekti çünkü.
Hiçbir kasta da dahil değildi o, dini yoktu,
köylü sayılamazdı ama kentli de değildi.
Annesinin Kottayam’da özel bir okul açmaya karar vermesi,
çocukların aptallaştırıldığı
resmî devlet okullarından kurtarmıştı onu.
Geleneklere hiç de uygun değildi aslında bu okul.
Arundhati dört beş yaşlarına geldiğinde
annesi Kottayam Rotary Kulübü’nün kapısını çalıp
lokallerini gündüzleri kendisine kiralamaları için ikna etmişti yöneticileri
ve edindiği beş altı öğrenciye eğitim vermeye başlamıştı hemen.

Her sabah, önceki gece bir araya gelen
erkeklerin etrafa saçtığı sigara izmaritlerini,
viski bardaklarını, çay fincanlarını toplayarak başlıyorlardı güne.
Ardından sıralara yerleşip okuma yazma öğreniyorlardı.
Mary’nin ‘yasak’ sınıftan bir erkekle evlenmesini,
sonra kendi isteğiyle dul kalmasını ve kızıyla kurduğu özgür yaşamı onaylamasa da aileler,
akıl sır erdiremeseler de sürdükleri erkeksiz ve yoksul
ama yine de mutlu hayata, henüz doğmamış çocuklarını
onun ‘tuhaf’ okuluna kayıt ettirebilmek için sıraya giriyorlardı sessizce.

Ortalıkta avare avare dolaşan,
nehir kenarında saatlerce tek başına balık avlayan Arundhati
kölelik edeceği ikinci bir erkek bulma çabası içine
girmediği için hayrandı annesine.
Kızına “Ne yaparsan yap sakın evlenme.
Ekonomik olarak bağımsız hale gelinceye kadar da bir adamla yatma”
deme cesaretine sahip bir kadından doğmuş olmanın ayrıcalığını yaşıyordu
Hindistan gibi bir ülkede.
Ama her anne-kız ilişkisinde olduğu gibi onlarınkinde de birtakım pürüzler vardı.
Bütün anneler gibi Mary de kızını ‘kapsamaya’ çalışıyordu farkında olmadan.
Arundhati, biraz da dinlediği öğütlerden uzaklaşıp
içinden gelen sesi duymak, kendini bulmak istiyordu.
İlerleyen yıllarda vereceği bir röportajda “karmaşıktı”
kelimesiyle tarif edecekti aralarındaki ilişkiyi.
Ve birlikte yaşadıkları evi terk etme nedenlerini
üstü kapalı sözlerle anlatmaya çalışırken
“bir Fellini filminin setinden yolunu kaybedip çıkagelmiş birine”
benzetecekti annesini.

devamı için http://dilara45.blogcu.com/

4 yorum:

laleninbahcesi dedi ki...

okuyunca yazıyı , düşündüm acaba ben de kapsamaya çalışıyorum mu kızlarımı. Galiba azıcık ama azıcık yaw. Öptüm seni Dilaracım

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
Goksu dedi ki...

Ben devamini bulamadim yazinin:(

Ama bu hikaye cok hosuma gitti.Burada yasayan Hintlilierden baskiyi ve karmasik hayati azicik gordum , ne guclu bir mucadele degil mi?

laleninbahcesi dedi ki...

tavuk tarifi kondu:)). Dene bakalım sevecekmisiniz. Öptüm seni Dilarammmmm